İklim Değişikliğiyle Mücadelede Federal, Eyalet ve Yerel Yönetimlerin Rolü: ABD Örneği Üzerinden Değerlendirme
BEYOND2C

İklim değişikliği, çağımızın en büyük küresel sorunlarından biri olarak yalnızca çevresel değil, aynı zamanda siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla da tartışılmak zorundadır. Dünya genelinde sera gazı salınımlarını azaltma ve uyum politikaları geliştirme çabaları giderek hızlanırken, bu sürecin yalnızca merkezi hükümetlerin sorumluluğuna bırakılması imkânsızdır. Çözüm, farklı yönetim katmanlarının ve aktörlerin birlikte çalışmasını gerektirmektedir. Amerika Birleşik Devletleri, federal sistemi sayesinde bu çok katmanlı yönetişimin en belirgin örneklerinden birini sunar. Federal hükümet, eyaletler ve yerel yönetimler iklim kriziyle mücadelede farklı fakat birbirini tamamlayan roller üstlenmektedir. Amaç, bu çok katmanlı yapının nasıl işlediğini anlamak ve Türkiye gibi üniter devlet yapısına sahip ülkeler için dersler çıkarabilmektir.
ABD’de eyaletler, uzun yıllardır “demokrasinin laboratuvarları” olarak tanımlanır. Bunun nedeni, federal sistemin eyaletlere politika geliştirme konusunda geniş bir özerklik tanımasıdır. İklim değişikliğiyle mücadelede de eyaletler bu rolü fazlasıyla üstlenmiştir. Kaliforniya, Massachusetts ve New York gibi eyaletler yenilenebilir enerji, karbon ticareti ve enerji verimliliği konularında öncü düzenlemeler yaparak hem kendi emisyonlarını azaltmış hem de ulusal düzeyde politika tartışmalarını etkilemiştir. Örneğin Kaliforniya’nın 1970’lerde başlattığı enerji verimliliği standartları, 1987’de çıkarılan federal Ulusal Cihaz Koruma Yasası’na ilham kaynağı olmuştur. Bugün 20 eyalet kamu binaları için yeşil bina standartlarını zorunlu kılmakta, 15 eyalet federalin ötesinde cihaz enerji verimliliği standartları uygulamakta, 45 eyalet ise elektrikli ve hibrit araçlara yönelik teşvikler sunmaktadır. Ayrıca birçok eyalet kendi iklim eylem planlarını hazırlayarak uzun vadeli sera gazı azaltım hedefleri belirlemiştir.
Ancak eyalet düzeyindeki bu politikalar sınırsız değildir. Birincisi, tutarsızlık sorunu vardır. Bazı eyaletler başlangıçta benimsemiş oldukları yenilenebilir enerji portföy standartlarından geri adım atmış, net metering gibi yenilikçi uygulamaları zayıflatmıştır. İkincisi, güçlü ekonomik ve politik çıkar grupları eyalet politikalarını sınırlandırmaktadır. Fosil yakıt sektöründen gelen baskılar, muhafazakâr siyasi hareketler ve bazı kamuoyu kesimlerinin iklim değişikliğine şüpheyle yaklaşması eyaletlerin atacağı adımları yavaşlatmaktadır. Üçüncüsü, çevre hareketinin içinde bile strateji konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Kimileri piyasa temelli çözümleri (örneğin karbon ticareti) savunurken, kimileri iklim adaleti eksenli sosyal politikaları öncelikli görmektedir. Bu engeller, eyaletlerin iklim kriziyle mücadelede çok önemli ama tek başına yeterli olmadığını gösterir.
Bu noktada federal hükümetin rolü devreye girmektedir. Federal düzeyde devlet, sahip olduğu devasa kaynaklarla hem finansal hem de düzenleyici çerçeve sağlayabilir. Örneğin yalnızca 2022 yılı için 6,6 trilyon dolarlık bir bütçeye sahip olan federal hükümet, yeşil altyapı yatırımlarından araştırma-geliştirme projelerine, afet sigortalarından enerji teşviklerine kadar geniş bir alanda yönlendirici güçtür. Ayrıca vergi indirimleri ve teşviklerle yenilenebilir enerji yatırımlarını cazip hale getirebilir, enerji izin süreçleriyle nükleer ve hidroelektrik projelerini düzenleyebilir, ulusal standartlarla da eyaletlerin en azından asgari düzeyde uyum göstermesini sağlayabilir. Bunun yanında federal hükümet, uluslararası iklim anlaşmalarına katılım ve taahhütlerin yerine getirilmesi açısından da kritik önemdedir; çünkü eyaletlerin kendi başına uluslararası hukukta aktör olma imkânı bulunmamaktadır.
Federal düzeydeki politikaların şekillenmesinde eyaletlerin baskısı da zaman zaman belirleyici olmuştur. 2007 yılında Massachusetts’in başını çektiği bir grup eyalet, Çevre Koruma Ajansı’na (EPA) dava açmış ve Yüksek Mahkeme sera gazlarını “hava kirleticisi” olarak kabul etmiştir. Bu karar, EPA’ya karbon salınımlarını düzenleme yetkisi vermiş ve federal düzeyde iklim politikalarının hukuki zemini güçlenmiştir. Dolayısıyla federal ve eyalet arasındaki ilişki, tek yönlü bir hiyerarşiden ziyade karşılıklı etkileşim ve baskı mekanizmalarıyla şekillenmektedir.
Yerel yönetimlerin rolü ise çoğu zaman göz ardı edilse de son derece kritik bir nitelik taşır. Çünkü yerel yönetimler, vatandaşların gündelik yaşamına en yakın aktörlerdir. Bir belediyenin aldığı imar kararı, afet yönetim planı ya da toplu taşıma yatırımı doğrudan halkın hayatını etkilemektedir.
Bu nedenle iklim değişikliğine uyum politikalarında yerel düzeyde alınan önlemler büyük önem taşır. Örneğin, sel riski bulunan bölgelerde yapılaşmayı kısıtlamak veya binaların belirli dayanıklılık standartlarına sahip olmasını zorunlu kılmak, yerel yönetimlerin yetki alanına girer. Kentsel ulaşımda bisiklet yolları, elektrikli otobüsler veya metro yatırımları da doğrudan yerel otoritelerin öncelikleri arasındadır. ABD’de Maryland’de elektrikli araç şarj istasyonları için vergi teşvikleri uygulanmış, Ohio’da karbon vergisi türü yerel girişimler görülmüş, Texas’ta ise Ike Dike olarak bilinen büyük kıyı koruma projesi federal destekle birlikte hayata geçirilmiştir.
Bütün bu örnekler, iklim değişikliğiyle mücadelede tek bir yönetim katmanına yaslanmanın yetersiz olduğunu; tam tersine, federal, eyalet ve yerel düzeylerin eşgüdüm içinde hareket etmesi gerektiğini göstermektedir. Federal düzey büyük kaynak ve düzenleyici çerçeve sağlarken, eyaletler yenilikçi ve öncü politikaları hayata geçirmekte, yerel yönetimler ise bu politikaların sahadaki uygulamasını gerçekleştirmektedir. Bu yapı hem dikey hem de yatay işbirliğini gerektirir. Dikey işbirliği federalden yerele doğru kaynak ve çerçeve akışını, yerelden federale doğru ise talep ve baskı mekanizmalarını içerir. Yatay işbirliği ise eyaletler arası ve şehirler arası iyi uygulama transferlerini mümkün kılar.
ABD örneği, üniter devlet yapısına sahip ülkeler için de öğretici olabilir. Türkiye’de iklim politikaları büyük ölçüde merkezi hükümet tarafından belirlenmekle birlikte, belediyelerin de geniş bir hareket alanı vardır. Örneğin büyükşehir belediyeleri yeşil bina standartlarını zorunlu hale getirebilir, elektrikli araç kullanımını teşvik edebilir veya toplu taşımada yenilenebilir enerjiye geçiş yapabilir. İlçe belediyeleri ise afet dayanıklılığı ve imar planlarıyla yerel düzeyde iklim uyumuna katkıda bulunabilir. Merkezi hükümet, Paris Anlaşması gibi uluslararası taahhütler çerçevesinde ulusal hedefleri belirlerken, yerel yönetimlere uygulamada esneklik tanımalıdır. Yargı organları da çevre davalarında aktif rol alarak iklim politikalarının uygulanmasını güvence altına alabilir.
Sonuç olarak, iklim krizi tek bir yönetim seviyesinin çözebileceği bir sorun değildir. ABD deneyimi, çok katmanlı yönetişimin zorunluluğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eyaletler yenilikçi politikalar geliştirebilir, federal hükümet bu politikaları kaynak ve hukuki zeminle destekleyebilir, yerel yönetimler ise vatandaşların gündelik yaşamına dokunan uygulamalarla sürecin etkinliğini artırabilir. Bu çok katmanlı yapı yalnızca ABD için değil, küresel ölçekte de yol gösterici olabilir.
Türkiye gibi üniter devletlerde dahi merkeziyetçi çerçeve içinde yerel aktörlerin katılımının artırılması, iklim politikalarının kapsayıcılığını ve başarısını güçlendirecektir.